Everest Yolunda

EVEREST YÜRÜYÜŞÜ

27 Temmuz 2005-Katmandu / Nepal

Her şey Türk Coğrafya Kurumu’nun organize ettiği Güney Asya Gezisi-2005’e katılmaya karar vermemle başladı. Bu gezi Türkiye’de pek de bilinmeyen “Overland” denilen   “karayoluyla uzun yolculuklar”  türünde yapılıyor. Overland; sırt çantanızı alıp tek başınıza yollara çıkılarak yapılabildiği gibi  pek de kalabalık olmayan (genelde 5-10 kişilik) gruplarla da yapılabiliyor. Ancak  bu yolculuklar asgarî konfora sahip kamyon, minibüs ve ciplerle, halkın kullandığı lokanta, çayhane gibi yerlerde yemekler yenerek, turistik anlayıştan mümkün olduğunca uzak kalınarak, mütevazı bütçelerle yapılıyor. Bu nedenle özellikle Asya gibi zorlukların çok olduğu bir  alana yolculuk yapmak üzere  yola çıkanların; uzun ve zorlu yolculuğa katlanacak esneklik, hoşgörü, uyum hattâ sabra sahip olmaları, her yaşanan anın güzelliğini de sıkıntılarını da sürprizlerini de olduğu gibi kabullenmeleri, beklenti düzeylerini en aza indirmeleri gerekiyor.

Türk Coğrafya Kurumu’nun bünyesinde organize edilen overland gezinin ilki 2004 yılında coğrafya öğretmeni Mustafa Andıç ve Mesut Süzer’ in liderliğinde İstanbul’dan çıkılıp İran-Pakistan-Hindistan- Nepal-Tibet güzergâhına  yapılmış. İkincisi de 2-30 Temmuz 2005’de coğrafya öğretmeni Mesut Süzer’ in liderliğinde  gerçekleştirildi. İşte benim Everest yürüyüşü ile ilgili hikâyem de overlande katılmak üzere 2 Temmuz 2005’te Ankara’dan yola çıkıp, ekip arkadaşlarımla İran- Pakistan ve Hindistan’ı geçtikten sonra  26 Temmuzda Nepal’ in başkenti Katmandu’ya ulaşmamızla başlıyor.

 

Katmandu’da uzun, zorlu ve çok heyecan verici  yaklaşık 6500 km.’ yi ardımızda bıraktığımızda overland seyahatimiz sona ermiş oluyordu. Gezimiz, ilk gecenin ilerleyen saatlerinde tüm ekip üyeleriyle yapılan toplantıda  değerlendirildi ve bundan sonra herkesin izlemek istediği rota konuşuldu.  Ankara’dan yola çıkarken Everest Ana Kamp Yürüyüşü’ne  (Everest Base Camp Trekking) katılacak şekilde hazırlık yapmıştım. Ancak o gece  Everest yürüyüşüne gitme kararı alan arkadaşlarıma, kararımı henüz vermediğimi,  sabah açıklamak istediğimi söyledim. Nepal’e gelmeden önce okuduğum tüm kaynaklarda, bu ülkeyi  tanımak için yapılacak en önemli aktivitenin Everest yürüyüşüne katılmak olduğu yazıyordu. Everest yürüyüşü hakkında pek çok bilgiye sahiptim. Ancak çok zorlu ve yorucu bir yolculuğun ardından, bu yolculuğa  gücümün  kalıp kalmadığını bilmiyordum. Yolculuk esnasında küçük de olsa bazı sağlık problemleri yaşamış, aşırı sıcak ve pislik yüzünden pek az yiyip içebilmiş ve bir hayli kilo kaybetmiştim. Aklımda cevabını tam olarak veremediğim  bir yığın soru hattâ endişelerle odama gittim. Katmandu’ya gelinceye  kadar on iki saat boyunca, 53 derece sıcaklıkta Taftan Çölü’nü  geçmek de  dahil pek çok zorluğu aşmış, gezinin her anından büyük mutluluk duymuştum. Üstelik Everest yürüyüşüne katılma kararı alan arkadaşlarımla da çok güzel bir dostluğum vardı. Onların varlığıyla işler çok daha kolay ve eğlenceli olacaktı. En önemlisi  de bir coğrafyacı  ve macera tutkunu bir gezgin olarak buraya kadar gelip Everest’e gitmezsem kendimi affetmeyeceğimi, büyük pişmanlık duyacağımı düşünüyordum. Sonunda, hayat yaşanmak ister, yaşamak da cesaret, deyip kararımı verdim. Gidiyordum…  Tabii bu karara varıncaya kadar saat gecenin ikisi olmuştu. 

 

Sabah uyanır uyanmaz  önce oda arkadaşım Figen’e, sonra da ekip lideri Mesut’a kararımı bildirdim.  Kısa  bir süre sonra arkadaşlarım  Fügen Dede, Mesut Süzer, Cem Yıldız ve Birgül Demir, Everest Ana Kamp Yürüyüş Ekibi olarak hazırlıklara başladık.  İlk iş olarak yürüyüşün günlük rotasını çizmek, alınacak mesafeleri hesaplamak,  toplam  yürüyüş süresini belirlemek gibi aşamaları gerçekleştirdik.  İkinci iş, yürüyüşün başlangıç yeri olan Lukla’ya gidiş- dönüş, sonra da İstanbul’a dönüş  biletlerini almak için seyahat acentesine gitmek oldu. Neredeyse  tüm sabah ve öğleden sonramızı alacak kadar uzun süren bir uğraştan (Asya’da zaman kavramı çok farklı, en küçük bir iş bile saatler sürüyor) sonra, nihayet  ertesi sabah Lukla’ya uçuş biletlerimizi aldık.

 Az zamanımız, çok işimiz var. Adeta hummalı bir koşuşturma ile Katmandu sokaklarını arşınlamaya  başladık. Katmandu’da,  dağcılık ve Everest yürüyüşü için çok uygun fiyatlarda her türlü malzemeyi bulmak mümkün. Çünkü gerek  dağ tırmanışı, gerekse  Everest  yürüyüşü  için dünyanın dört bir tarafından  gelenler dönüşte malzemelerini  çok ucuz fiyatlarla buradaki mağazalara satıyorlar. Biz de yürüyüş için eksik olan malzemelerimizi, yiyecek ve giyeceklerimizi alıp otelimize dönüyoruz. Gece tüm eşyalarımızı   yerleştirip, son hazırlıkları yapıp nihayet 02:30’da uyuyoruz.

28    Temmuz 2005-Katmandu –Monjo / Nepal

Sabah otel görevlilerince 05:20’de uyandırılıyoruz. Büyük bir heyecan ve telaşla  eşyalarımızı lobiye indirip, bir gece önceden  bağlantısını yaptığımız taksilerin gelmesini bekliyoruz.  Nepal dış dünyayla pek bağı olmayan, fakir bir ülke olduğu için trafikteki  araç sayısı az ve şaşırtıcı şekilde  tüm taksiler Suzuki Maruti. Genelde kısa boylu ve zayıf olan Nepalliler için bu araçlar uygun olabilir ama bizim için çok küçük. Nihayet taksiler geliyor. Yola bizimle birlikte üç arkadaşımız daha çıkıyor. Onlar da Everest üzerinde uçakla yapılan ve bir veya bir  buçuk saat  süren bir tura katılacaklar. Ancak bu turlarda şansınız yaver gider, sis erkenden bastırmazsa Everest’in zirvesini görme şansınız var. Buraya gelen pek çok turist, eğer Everest yürüyüşüne veya tırmanışına katılmıyorsa 150 dolara düzenlenen bu dağ uçuşlarını tercih ederek Himalayaları görme şansını yakalıyor.

 

    Nepal İç Hatlar Terminali’ne gelişimizden kısa bir süre sonra arkadaşlarımız tura katılmak için  bizden ayrılıyorlar. Bizim  Lukla’ya uçuş saatimiz  06:30.   Bekliyoruz… Bir süre sonra bir görevli gelip uçuş konusunda küçük bir problem(!) olduğunu biraz gecikeceğimizi, uçuşun 08:15’e alındığını  söylüyor. Yine küçük bir gecikme… Tabii hepimiz bunun  alt yazısını biliyoruz. Burada “küçük bir gecikme” hemen hemen  beş-altı saate denk geliyor.  Tüm overland boyunca bunu defalarca yaşayıp, öğrendik. Yapılacak bir şey yok… Moralimizi bozmamaya çalışıyoruz ama Mesut sinirleniyor.

    Bugünkü rotamız Lukla (2840m.)-Namche Bazar (3440m).Günlük planı uygulayabilmek için saat sekizde yürüyüşe başlamamız gerekiyor.  En küçük bir aksaklık tüm planı değiştirmemize sebep olabilir.  Havaalanındaki dev ekrandan müzik dinleyerek,  yerel kıyafetli Nepallileri izleyerek zaman geçirmeye çalışıyoruz. İçerideki restoranda kahvaltı yapıp faturayı da havayolu şirketine ödetiyoruz. Bir an önce gitme derdindeyiz.  08:15’te aynı görevli gelip, uçağa alınacağımızı söyledi. Nihayet!! Yaşasın!!! Çok mutluyuz.

 Uçağımız,  minik bir  kargo uçağı.  Bizden başka yolcu yok. Her şey inanılmayacak kadar farklı ve  komik…. Sanki  bir film karesinde rol alıyoruz. Uçak halâ uçuşa hazırlanıyor. Tüm koltuklar uçaktan dışarı çıkarılmış, bir kenara konmuş.  Hummalı bir telaşla, kolilerle makarna, bisküvi, meşrubat, konserve ve çeşitli malzemeler yerleştiriliyor. Saat 10:40…Tüm uçak kolilerle tıka basa doldurulmuş durumda.     

En son aşama olarak, uçağın  ön tarafına iki sıra halinde dört koltuk arkaya da iki kişilik bir koltuk yerleştiriliyor. Mesut, muzip bir gülüşle “Şimdi hostesin muhteşem sürprizine hazır olun” diyor. Hepimiz bunun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz ama söylemiyor. Zaten  her şey şaka gibi. Bundan sonraki sürprizi düşünemiyorum bile. Uçağa binip, yerlerimizi alıyoruz. Az sonra küçük bir tepsiyle hostes geliyor. Tepsinin bir yarısında  küçük şekerler, diğer yarısında küçük toplar halinde pamuklar…. Hiçbir şey anlamıyorum. Bir an Mesut’u görüyorum, karnını tutmuş benim şaşkınlığıma gülüyor hain. “ Önce iki pamuğu alıp, kulaklarını tıkayacaksın, sonra da afiyetle şekerini yiyeceksin” diyor. Öyle yapıyorum ama…  Sonra diğer arkadaşlarımı ve yaşadıkları şaşkınlığı izliyorum. Herkes durumdan malzeme çıkarıp gülüyor. Zaten bütün bunları anı olsun diye yaşamıyor muyuz!

Nihayet havalanıyoruz. Katmandu’yu gökyüzünden görmek zevkli. Birkaç dakika sonra bir sorun var gibi görünüyor. Beş dakika sonra da dönmek zorunda olduğumuzu  öğreniyoruz.  Teknik bir arıza varmış. Birbirimize bakıyoruz. Çok geç kaldık ve günlük hedefimizi gerçekleştirmemiz neredeyse imkansız. Bu tüm planın değişmesi demek. Yine iç hatlar terminaline dönüp beklemeye başlıyoruz. Artık sinirlerimiz iyice gergin..

Saat 11:45’te bir kez daha havalanıyoruz. Herhalde (!) gidiyoruz. Katmandu’yu geçer geçmez muhteşem bir orman alanı ile karşılaşıyoruz. Derin vadiler, çok net seçilen su bölümü çizgileri, son derece gür ve hızlı akan nehirler… Adeta cennetten manzaralar… İçimden bu güzelliğin içine dalmak geliyor. Hem fotoğraf çekmeye, hem de coğrafyacı olarak gördüklerimizin yorumunu yapmaya çalışıyoruz. 4000 m. kadar yükseldiğimizde dağların doruklarına dokunup, tutabileceğimizi düşünüyorum. Hepimiz nefesimizi tutmuş bu doyumsuz manzaranın bir anını  dahi kaçırmadan tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Böyle bir doğa sadece insanı büyüleyebilir.  12:30’da Lukla Askeri Havaalanı’na iniyoruz. Havaalanı son derece küçük.  Normal bir Türk ailesinin yaşadığı evlerin salonu kadar desem, çok mu abartmış olurum  bilmiyorum, ama daha önce bu kadar küçüğünü görmemiştim.

Küçük bir gecikmeden (!) sonra Lukla’dayız. İniyoruz.  Eşyalarımız ve bitip tükenmek bilmeyen koliler indiriliyor. Bir grup insan, bizim indiğimiz kargo uçağına  genç bir turisti sedyeyle yerleştirmeye çalışıyor. Hastanın kolunda serum, yanında Avrupalı olduğunu düşündüğüm bir hemşire var. Durumu pek iyi görünmüyor. Bu görüntü hafızama mıh gibi çakılıyor.

Katmandu’dan Lukla’ya geliş, adeta iki dünya arasında geçiş yapmak gibi. Katmandu, kalabalık ve dar sokakları ile Budist ve Hindu kültürünün etkilerinin yaşandığı Güney Asya’daki diğer şehirlerden çok da farkı olmayan bir şehir. Lukla ise tam bir doğa harikası. Çam ormanları, sarp kayalıklar, sürekli karlarla örtülü dağlarıyla hayallerin çok ötesinde…  Yeşilin her tonuyla çevrelendiğimiz bu alan,  bana ilk bakışta Karadeniz,  özellikle de Doğu Karadeniz gibi göründü.

Eşyalarımızı alıp, küçük kesme taşlarla kaplanmış dar sokaktan (tek yol) geçerek,  ahşap küçük bir dükkanda alışveriş yapıyoruz. Dükkan sahibi, kısa boylu, güçlü kuvvetli, kırmızı yanaklı, güleç yüzlü hanım, aynı zamanda misafirhaneleri olduğunu söylüyor. Buraya gelenler han (lodges) veya misafirhane (guest house) olarak isimlendirilen yerlerde kalıyorlar. Bir tür  bizdeki aile pansiyonu gibi. Kalabalık ailelerin yaşadığı bu evlerde  bazen üç- dört  bazen de sekiz on kişiyi ağırlayacak imkânlar oluşturulmuş. Buradaki en büyük gelir de turizm. Her şey gelen turistlerin isteklerini asgari düzeyde karşılayacak şekilde düzenlenmiş.

   Geldiğimiz misafirhane bir şerpa ailesinin. Şerpalar buradaki yerel dağ rehberleri. İngilizce bilen, dağa çıkış konusunda deneyimli ve donanımlı olan bu rehberler, yol boyunca buradaki eliniz ayağınız, hattâ  tek başvuru kaynağınız oluyor. Genelde günlüğü 30-40 dolar olan şerpalar, statü olarak çok saygın  konumdalar. Hindistan kadar çok sert olmasa da günlük yaşamda varlığını hissettiğiniz kast sistemi burada da var. Kastın en üst sıralarında da şerpalar yer alıyor. Şerpa  Kami ve ailesi güler yüzlü, kibar insanlar. Evi geziyoruz; ahşap, aydınlık, sıcak ve mütevazı…  Mutfak  bizim Anadolu’nun pek çok köyünde gördüğümüz  güzellik ve sıcaklıkta. Ekibin hanım elemanları olarak ben, Fügen ve Birgül mutfağa büyük ilgi gösteriyoruz. Ortada kocaman kuzine sobası, raflara sıralanmış boy boy sahan, çanak çömlek … Sobanın üstünde kocaman bir tencerede kaynayan çorba… Büyük bir keyifle yemeğimizi yiyoruz. Şerpa Kami bize  sırt çantalarımızın dışındaki eşyalarımızı taşımak için bir taşıyıcı (porter) buluyor. Günlüğü 250 Nepal Rupisi. Tanışıyoruz. Adı Pasang, yirmili yaşlarda, esmer güleç yüzlü, biraz çekingen … Burada  insanların  gün adı almaları çok sık rastlanan bir durum. Eğer pazar günü doğmuşsanız adınız Nima (Pazar), salı günü doğmuşsanız Dawa (Salı), cuma  günü doğmuşsanız Pasang (Cuma) olabiliyor. Tabii bir süre sonra bizim Pasang oluyor “Hasan”.

Sabah en geç 08:00’de çıkmayı planladığımız yola küçük bir gecikmeyle (!) ancak saat 14:00’te çıkabiliyoruz. Yağmur var. Uzun pelerin şeklindeki yağmurluklarımızı giyip, başımızı kapüşonlarımızla iyice örtüyor, büyük şemsiyelerimizi açıyoruz. Yolda rengarenk çiçekler gibiyiz. Fügen  ve Birgül fosforlu sarı,  Cem ve ben kırmızı, Mesut siyah yağmurluğuyla….  Sırt çantamız yağmurluğun altında. Fotoğraf makinesi, kamera ve pasaportların ıslanmamasına büyük özen gösteriyoruz. Yoğun bir sis bastırdı. 50 m. uzağı görmek bile zor. Lukla’dan çıkmadan bir misafirhanede (guest house) telefon olduğunu görüyoruz. Fügen ve Cem, İstanbul’la bağlantı kurmaya çalışıyorlar ancak olmuyor. Birer dakika kullandıkları için 1000’er Rupi ödüyorlar. Katmandu’da dakikası 40-100  Rupi olan telefon görüşmesinin fiyatı hepimizi şaşırtıyor. Yapılacak bir şey yok, sadece yola odaklanmak ve belli bir tempoda, durmadan  ilerlemek zorundayız. Ancak akşam Namche Bazar’da   olamayacağımızı biliyoruz. Yeni hedef Monjo (2840m).

   Yol alıyoruz. Çocuklar gibi neşeliyiz. Lukla’dan çıkınca  yol bozuk bir patika. Yolda kayma, düşme, çukura girme, ayak bileğini incitme gibi riskler olduğundan, hem çok dikkatli olmaya, hem doyumsuz manzaranın keyfini çıkarmaya, hem de arayı fazla açmadan sohbet etmeye çalışıyoruz.  Zor iş… Bir süre sonra bugüne kadar bilmediğimiz bambaşka bir dünyada olduğumuzu hissediyoruz. Müthiş bir toprak kokusu, yemyeşil çam ormanları, binlerce metre yukarıdan beyaz bir tül gibi akan şelaleler,  üzerinden dikkatle geçmek zorunda olduğumuz  sık dereler, gürül gürül sesiyle kulakları uğuldatarak akan güçlü ırmaklar ve bu ırmakların üzerinde çelik halatlarla tutturulmuş asma köprüler… Büyüleyici bir manzara… Adeta nutkum tutulmuş hâlde, her bir güzelliği  hafızama nakşetme sevdasındayım.

Çelik asma köprüler herhalde bu güzergâhın en güzel simgesi. Sanırım beni en çok  heyecanlandıran   da bu köprüler. Gürül gürül akan nehrin üzerinde,  sağına ve soluna sıkıca tutturulmuş rengarenk dua bayraklarıyla adeta bir gelin gibi salınıyor. Seyrine doyamadığım bu köprülerden,  tek başıma ve koşarak geçerken yüzüme vuran rüzgârın etkisiyle adeta sonsuzluğun içine bir hamlede ışınlanmışım gibi hissediyorum. Üzerlerinden, güvenlik amaçlı olarak hep beraber ve ritmik adımlarla geçmemeye özen gösteriyoruz. Önce köprülerde gördüğümüz, üzerinde  Hint alfabesiyle küçük siyah yazılar olan rengarenk dua bayraklarını daha sonra her evin etrafında, yerleşim birimlerinin girişlerinde, Budist manastırlarında yani hemen her yerde görüyoruz. Budist inanışına göre; bayrakların üzerinde yer alan dualar rüzgarın yardımıyla Tanrıya ve evrenin her yerine ulaştırılıyor.

Yağmur iyice hızlanıyor, gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Yol son derece dik, adeta merdiven çıkmak gibi. Nefesimi kontrol eder, ritmimi bozmazsam sorun olmuyor da… Islak ve kaygan toprakta yürümek de tırmanmak da kolay değil.

Yol boyunca, adeta yol arkadaşı gibi bize eşlik eden  pek çok taşıyıcı ile karşılaşıyoruz. Nazik bir şekilde yüzlerini pek de yerden kaldırmadan “Namaste” diyerek bizi selâmlıyorlar. Biz de Mesut’tan ve bizim Nepalli Hasan’dan(!) öğrendiğimiz kadarıyla hafif öne eğilip, iki elimizi göğüs hizasında birleştirerek ve gülümseyerek “Namaste” diyoruz. Sanırım yürüyüş boyunca burada en çok duyacağımız kelime namaste. Anlamı basit olarak “merhaba” demek olsa da çok daha mistik bir içeriği var. Nepalliler her insanın içinde bir tanrı olduğuna inanarak, Namaste yani “Benim içindeki tanrı senin içindeki tanrıyı selamlıyor, kutsuyor” diyorlar. Bir kez daha anlıyorum ki buralarda hiçbir şey göründüğü kadar basit ve düz değil,  derin anlamlar yüklü… Yolların müdavimi taşıyıcılar, her gün sırtlarında 150-200 kiloluk  yükü, günlüğü 50-150 Rupi arasında değişen fiyatlarla,  bu zorlu yolda,  yüzlerce metre yükseklikteki yerleşim birimlerine taşıyor. Alt kasttan kabul edilen  taşıyıcılar,  kibar, gururlu, çok zayıf, yanık tenli ve çekik gözlü küçük adamlar. Taşıdıkları ağır yükün altında adeta kayboluyorlar. O nedenle de gökyüzünü görmeden, sırtları doğrulmadan yürüyorlar da yürüyorlar. Sırtlarındaki küfeyi andıran sepetlerde et, makarna, bisküvi, patates soğan taşıdıklarını görüyorum. Bazıları da inşaat malzemelerini, üst üste dizilmiş suntaları, seramikleri sırtlanmış. Sepetin altından geçen kalın bir bezi başlarının üzerinden geçirip, baston gibi kullandıkları kalın sopalarından zaman zaman güç alarak yollarına devam ediyorlar. Yol boyunca düz alanlara inşa edilmiş dinlenme duvarlarına eşyalarını bırakarak, çoğu zaman ayakta, kısa ve sık molalarla dinleniyorlar. Devamlı yürümek ve yük taşımaktan   vücutlarına göre kol ve bacak kasları çok gelişmiş.  Beni derinden etkileyen bu güzel insanlar, dünyanın bir ucunda ne denli zor bir hayatın yaşandığının canlı birer örneği. Zaman zaman iki ayağımı yan yana koyamayacak kadar yolun daraldığı, bazen de kaybolduğu  bu arazide, ben yürümekte zorlanırken onlar ağır yük taşıyor. Buradan bakınca hayat hiç de adil görünmüyor.

Arazinin çok dik ve eğimli olmasından dolayı burada tarım toprağı hemen hemen yok denecek kadar az.Yol boyunca bazı evlerin önlerinde bir avuç bahçesi olanların şanslı olduklarını, buralarda patates, mısır, fasulye, lahana yetiştirdiklerini görüyorum.Meyveleri çok küçük olan elma ve şeftali ağaçları dikkatimi çekiyor. Yükselti arttıkça tarım sınırlı sayıdaki taraçalarda yapılıyor. O nedenle  de  taze sebze ve meyve bulmak pek de kolay değil.

Mola vermeden hızla yola devam ediyoruz. Yağmur yağdığından görüntü almak mümkün değil. Birbirimizden uzaklaşmadan, önümüzdeki ve arkamızdakini  kontrol ederek ilerliyoruz. En önde Mesut, arkada ben, Birgül, Fügen ve en sonda Cem olmak üzere birbirimizden bazen elli, bazen yüz metre aralıklarla yürüyoruz. Bengkar  yakınlarında, bir asma köprüden daha geçip kasabaya girmek üzereyken  önümde ilerleyen Mesut’u göremez oldum. “Acaba bir şey oldu da geride mi kaldı, ben mi göremedim?” diye düşünürken  sağ tarafımdaki bir bahçe duvarının dibinden “poh”.  diye bir ses. Bir an kalbim duracak sandım. Karşımda hınzır hınzır gülen Mesut gerçekten de pek mesut(!). Yola devam ediyoruz.  Uzun süre kalp atışım normale dönmüyor.

Saat 18:00’de Monjo’dayız (2840m.). Bizden önce gelen Pasang, kalacağımız yeri ayarlamış, bizi bekliyor. Misafirhanenin büyük ahşap salonuna eşyalarımı atıyorum. Yağmurdan, terden sırılsıklam; soğuktan ve yorgunluktan bitmiş durumdayım. Hemen yağmurluğumu çıkarıyorum. Sol kolumda  ince bir çizgi halinde kıpkırmızı kan ve  uzun sıvımsı bir kımıltı görüyorum. Ne olduğunu anlamıyorum. Mesut “Cukka” diyor. Birlikte tutup atıyoruz. Canım acımıyor. Cukka küçük bir solucan gibi yerde kıvrılıyor.  Buralarda sık görülen bir tür sülükmüş. Eşyalarımı almak ve üzerimi değiştirmek için sırt çantama uzanıyorum. Soğuktan ve yorgunluktan dermanım kalmamış. Çantamın klipsini açacak güç yok ellerimde. Adeta hissetmiyorum. Arkadaşlarımın yardımıyla  işleri yoluna koyuyorum. Isınmak için  mutfağa giriyorum. Ortada kocaman bir kuzine sobası, üzerinde  bir tencere dolusu kaynayan şerpa çorbası,  odun ve yemek kokusu… Rüya gibi. Biraz ısınıyorum. Islak eşyalarımı kurutmak, sobaya odun atmak, közleri karıştırmak ve bu güzelliğin tadını çıkarmakla meşgulüm. Evin güleç yüzlü hanımları maharetle ve hoş bir telaşla yemek hazırlıyorlar. Fügen; ahşap, aydınlık ve sıcacık mutfağı görünce “Tam bir Karadeniz evi, ben buraya yerleşebilirim” diyor. Hele mutfağın doyumsuz dağ manzarasını, masanın  etrafına dizilen, oturmak ve uyumak için kullanılan sedirleri görünce  hepimiz aynı fikri paylaşıyoruz..

 Yemeklerimiz geliyor. Haşlanmış patates, yumurta, şerpa çorbası ve küçük yuvarlak ekmek (çapati).  Mönüdeki en güzel yiyecek şerpa çorbası.  İçinde taze soğan sapları, havuç, pirinç ve tam olarak anlamadığım başka malzemeler var. Bizim kremalı sebze çorbasına benziyor. Büyük seramik kaselerde sunuluyor ve günün her saatinde her yerde bulmak mümkün. Çok güzel bir lezzet. Burada bizim bazlamaya benzeyen ve avuç içi büyüklüğündeki küçük yuvarlak ekmeklere çapati deniyor. Evdeki hanımlar; un, su ve tuzla hamur yapıp bunları küçük parçalara ayırıp minik minik açarak sıcak sıcak hazırlıyorlar. Ev halkıyla sohbet ederek, masanın etrafındaki sedirlerde yemeğimizi yiyoruz. Sanki yıllardır birbirini tanıyan insanlar gibi sıcak ve hoş bir ortamda, samimi bir sohbet başlıyor. Herkes çok kibar, güleç yüzlü ve konuksever.

Yemekten sonra ahşap merdivenlerden üst kattaki odalarımıza çıkarken, sağ taraftaki geniş odanın ortasındaki  devasa bilardo masası dikkatimi çekiyor. Buraya nasıl getirildiğini merak ediyorum. Odalar, asgari ihtiyaçları karşılayacak imkânlara sahip, temiz ve düzenli. Odalarda ilk dikkatimizi çeken, çiçekli renkli kumaşlarla kaplanmış, yak (buraya özgü bir tür öküz) diğer adıyla Tibet Öküzü yününden yapılmış yorganlar. Sıcak ve yumuşak yorganlarımıza sarılıp koyu bir sohbete dalıyoruz. Çok yorgun olmakla birlikte sohbete ve  gülmeye doyamadığımızdan, uzun süre uykusuz kalmayı göze alıyoruz.  Evin erkekleri de  alt katta neşeyle bilardo oynuyor. 

         29 Temmuz 2005 Monjo- Tengboche/ Nepal

         Erkenden uyanıp pencereden manzarayı izliyorum. Açık, tertemiz ve serin bir hava var.  Aşağıya inip fotoğraf ve video çekimi yapıyorum. Evin hanımı, arka bahçedeki küçük ocakta ateş yakıp, Budist inanışına göre bir takım ritüellerden sonra   külleri bir bakır kaba koyup evin giriş kapısına astı. Evin  erkekleri de birkaç kişiyle birlikte,  yağan yağmurdan bozulan, evin önündeki yolu, küçük kesme taşlar döşeyerek düzeltmeye çalışıyor. Genç kızlar da ellerindeki süpürgelerle evi temizliyor. Herkes hoş bir telaş içinde.  Halâ uyuyan tembelleri(!) uyandırıyorum. Kahvaltımızı yaptıktan sonra, ev sahipleriyle vedalaşıp yola çıkıyoruz.

         Hedef  3860 metredeki Tengboche. Ekip liderimiz Namche Bazar’a gelmeden önceki yokuşun çok dik ve dar olduğunu, bizi zorlayabileceğini söylüyor. Monjo(2840m)- Tengboche(3860m.) arasında bir gün içinde bin metrelik yükselti farkı yaşayacağımızın da farkındayız. Yarım saat sonra Sagarmatha Milli Parkı’nın girişindeyiz. Görevli; pasaportlarımız ile 15  Amerikan doları veya 1000 rupi istiyor.  Her yerde uyarı levhaları var. Ani yükselti farkının ölüme yol açabileceğini, dikkatli olunması gerektiğini açıklıyor. Biz işlemlerimizi yaptırırken, Fügen yürüyüşe devam etmek istediğini söyleyip, pasaportunu bana bırakıyor ve gidiyor.

         Sagarmatha  Milli Parkı’ndaki resmi kayıtlara göre buraya en az turist temmuz (160 kişi) en çok da eylül (5000kişi) ayında geliyor. Bu zorlu ve dar yolda binlerce yabancıyı düşünemiyorum bile. Biz sezon dışı kabul edilen bir dönemde gelmekle birlikte, sürekli turistlerle karşılaşıyoruz. Onlarla karşılaşmanın en iyi yanı yol durumunu öğrenmek. Yukardan gelenler aşağıdaki yoldan, aşağıdan gelenler yukarıdaki yoldan haberdar oluyor. Zaman zaman yolda heyelan veya taş düşmesi olduğundan, bu bilgiler son derece değerli.

         Yaklaşık iki saattir yürüyoruz. Milli park girişinden beri Fügen’i görmedik. Normalde arayı bu kadar açmazdık ama… Yukardan gelen turistlere, Nepallilere Fügen’i tarif edip görüp görmediklerini soruyoruz. Kimse görmemiş… Endişeleniyoruz.   Artık  ister   yukardan ister, aşağıdan gelsin her gördüğümüze soruyoruz. Burada tek bir yol var. Herkes aynı güzergâhı takip etmek zorunda.  Çok dik bir rampadan adeta tırmanırcasına çıkıyoruz. Yükselti artıyor, bizim endişemizde. Nihayet bir taşıyıcı biraz ilerde böyle birinin olduğunu söylüyor. Onbeş dakika sora bir tepenin üstünde, muhteşem bir vadi manzarasında dinlenip bizi beklediğini görüyoruz. Kendisine  ne kadar çok endişelendiğimizi pek  anlatmıyoruz ama bir daha açık ara  yaratmamaya  da kararlıyız. Çam ormanı, şelaleler ve derin bir vadinin içinden akan ırmak eşliğinde,  bal, bisküvi, çeşitli  meyve kuruları, konserveler ve küçük ekmeklerle (çapati) karnımızı doyuruyoruz.  

         Üç saat kadar  zorlu bir yürüyüşten sonra, bir tepenin ardında  pek de konuksever olmayan askerlerle karşılıyoruz. Fotoğraf çekmemize izin vermiyorlar. Nepal’de, Nepal Komünist Partisi’ne bağlı maoist gerillalar ile hükümete bağlı askerler arasında zaman zaman kanlı çatışmalara varan  problemler yaşanıyor. Maoist gerillaların özellikle yüksek dağlık bölgede eğitim amaçlı kamplar kurdukları biliniyor. O nedenle hükümete bağlı askerler, güvenlik amaçlı olarak bazı noktalarda nöbet tutuyor. 

         Saat 13:30… Buranın en büyük yerleşim birimi ve merkezi olan  Namche Bazar’dayız.  Namche Bazar (3440m.), genelde evlerin çatılarının mavi, pencere ve kapılarının mavi ve beyaz olduğu, küçük kesme taşlarla örülmüş evlerin yamaçlara renkli legolar gibi dizildiği, dağların doruklarına yakın bir yerde dua bayrakları ile süslenmiş Budist Manastırı’nın yer aldığı yemyeşil şirin bir kasaba. Cumartesi günü kurulan pazarı ile de çevrenin alışveriş merkezi. Burada yaklaşık  200  hanede 1500 kişi yaşıyor.

         Burada evler, çevreden getirilen  iri  taş parçalarının inşaat alanına taşınması ve taş ustaları tarafından kesilmesiyle,  duvarları taş, içi ahşap, genelde tek bazen de iki katlı inşa ediliyor. O nedenle her inşaatta, melodik ve ahenkli “ tık! tık! tık!” seslerini duymak mümkün. Çok uzaklardan dahi duyulan bu ses, taş ustalarının taşı keserken yaptıkları bir müzik adeta.  Ustalar arasında kadınlar da var.

         Namche Bazar’da para bozdurabileceğimiz bir banka olduğunu öğreniyoruz. Dar sokaktan geçip bankayı buluyoruz. Minicik ahşap bir kulübe. İçini görmeyi çok istiyoruz ama bugün kapalıymış. İki gün sonra açılır diyorlar. Dış görüntüsüyle bile bugüne kadar gördüğüm en ilginç banka (!).  Burada bazı kavramlar ve konular hakkında insanın algısı değişiyor.

          Dinlenmek için geçen yıl Mesut’un geldiği,  cafe-bar tarzında bir yere giriyoruz. Tüm duvarlar ve tavan, dünyanın dört bir tarafından gelip de, burada yürüyüş yapmış olan turistlerin duygularını yazdıkları beyaz tişörtler ile kaplı. Mesut da geçen yıl bıraktığı ve üzerinde Turkey yazan bir eşyasını (!) buldu,  çok sevindi ama bizim dilimize düşmekten  de kurtulamadı.

          Pasang’ın yardımıyla bir misafirhane buluyoruz.  Şerpa Chhundi Phura ve  geniş ailesi  bizi sıcak karşılıyor. Yemek yiyip dinleniyoruz. Fügen kendisini çok zorlamak istemediğini söyleyip burada kalmak istiyor. Biz, dönüşte onu almak üzere yola koyuluyoruz.

         Namche Bazar’a  gelinceye kadar çıktığımız rampayla kıyaslanmayacak kadar düz, küçük tarım alanlarının bulunduğu,  sakin bir yoldan geçiyoruz. Hava açık. Bol bol görüntü alıyoruz. Yaklaşık dört beş kilometre bu  yoldan yürüdükten sonra bir grup Amerikalı ve şerpaları ile karşılaşıyoruz. İleride büyük taşların yola düştüğünü yolun kapanma tehlikesi olduğunu söylüyorlar.

         Yükselti arttıkça, bitki örtüsü de değişiyor. Kayın ağaçlarının sıklaştığı, ırmakların güçlü aktığı vadilerden,  dev kazanları oluşturacak şekilde yüksekten akan şelâlelerden, çelik halatlı asma köprülerden geçiyoruz. Yükseltinin 3500 metre olduğu alanlarda,  yaprakları tül gibi hafif, fakat sapları çok sağlam, öbek halinde yamaçlara tutunmuş,  bambu ve endemik olan Himalaya Göknarı (Abies spectabilis) görüyoruz. Dünyada sadece burada görülen bu tür göknar ve üzerindeki şişman bir kuşu andıran koyu mor renkli kozalaklar bizim için hoş bir sürpriz oluyor.

         Yol boyunca gördüğümüz evlerin çatılarında küçük güneş panelleri var. Bu panellerde gün buyunca toplanan enerji aydınlatmada kullanılıyor. Aileler geceyi genelde loş ışıkta, bir arada oturarak geçiriyorlar. Enerji çok zor biriktirildiği için fotoğraf makinesi ve kamerayı şarj etmek için  saati 150 rupi olan ücretler istedikleri gibi, bazen da “o kadar enerjimiz  yok” diyerek kullanmanıza izin vermiyorlar.

   Yükselti arttıkça şartlar zorlaşıyor, fiyatlar artıyor. Katmandu’da 10 Nepal rupisi olan küçük ekmekler burada 150 rupi’ye kadar çıkabiliyor. Ayrıca  Namche Bazar’dan (3440m.) sonra telefon, internet ve döviz bozdurma gibi bir şansınız olmadığı gibi patates, yumurta  çorba ve ekmeğin dışında  da pek yiyecek bulamıyorsunuz.  Tüm  fiyatlar  yükselti arttıkça yükseliyor. Bunun nedeni her türlü yiyeceğin kargo uçakları ile Lukla’ya dışarıdan getirilmesi, sonra da bunların tamamının insanların sırtında taşınarak evlere ulaşması.  Sık sık heyelan ve kaya düşmeleri ile yolun kapanması veya kayması göz önüne alındığında durumun zorluğu daha da netleşiyor.

         Geçtiğimiz  küçük köylerde, yanımızdaki şeker ve çikletlerden ikram ederek, çocuklarla çat pat anlaşmaya çalışıyoruz. Yol boyunca okula giden çocuklarla karşılaşıyoruz. Çocukları çok seven Cem, neredeyse hepsinin fotoğrafını çekme derdinde. Onlar da durumdan son derece memnun.

         Saat 19:00. Çok sık kayın ve göknar ormanının  içinde, zifiri karanlıkta yürüyoruz. Pasang kalacak yer bulmak için önden gitti. Ağaçlardan  gökyüzünü göremiyoruz. Yolun sağ tarafı derin bir uçurum. Dikkatli ve hızlı hareket etmeye çalışıyoruz. Zaman zaman kayma tehlikesi yaşıyoruz. Tüm çabamıza rağmen hava kararmadan Tengboche’de olmayı başaramıyoruz. Yolculuğumuzun en zor şartlarını yaşıyoruz. Şimdiye kadar bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum. Neredeyse adım atacak gücüm kalmadı.  Herkes gücünü zorluyor. Birbirimizin durumuyla yakından ilgileniyoruz. Ne de olsa kader birliği yaptık. Ormandaki vahşi hayvan tehlikesini,  maoist gerillaların varlığını düşünmek bile istemiyorum. Hedefimize odaklanmış hâldeyiz, hemen hemen hiç konuşmuyoruz. Bir ara, kesin olarak daha fazla devam edemeyeceğimi düşündüm. Ta ki çok uzaklardan bir ses duyuncaya kadar. Pasang bu…. Herhalde hayatımda duyup da bu denli mutlu olduğum çok az ses olmuştur. Pasang bize doğru ilerliyor. Bir küçük tepelik alanda bir iki dakika durup konuşuyoruz.  Tengboche’de zaten kalınacak tek misafirhaneye eşyalarımızı bırakmış, bizi almaya gelmiş. “Biraz daha yol var” diyor.  Son bir gayret…

         Yarım saat daha yürüyoruz. Saat 20:30.  Tengboche’nin simgesi olan ve dünyanın en yüksekte (3860m.) kurulan Budist Manastırı kabul edilen manastırı görüyoruz. Yaşasın!!  Son bir buçuk saatte  sanırım yürüyüşümüzün en zor kısmını yaşadık. Hepimiz tüm gücümüzü tüketmiş halde ulaştık Tengboche’ye.

         Tengboche’de, büyük bir manastır, iki ailenin yaşadığı iki küçük ev ve geceyi geçireceğimiz misafirhane var.  Hava çok soğuk.  Kendimizi misafirhaneye  zor atıyoruz.  İçerde son derece formda görünen bir Çinli, şerpası ve iki taşıyıcısı var. Onbir günde ana kampa ulaşacağını söylüyor, önündeki haritayı inceleyerek. Normal süre de bu zaten… Odanın ortasında büyük bir soba var ama yanmıyor. Soğuktan titriyorum, kendimi  en yakın kanepeye atıyorum. Özellikle ayak parmaklarımı hissetmiyorum. Üzerime kalın bir battaniye alıyorum ama halâ çok kötü hissediyorum. Diğer kanepede Cem yatıyor. O benden daha kötü durumda, midesinin bulandığını söylüyor, titriyor. Mesut ve Birgül bizimle ilgileniyorlar. Önce rom  sonra da sıcak bir çay içmeye çalışıyoruz. Nafile… Durum gittikçe kötüleşiyor. Fena halde karnım ağrıyor. Cem adeta sayıklar hâlde. Bir ara kendini kaybetti. Sonra kusmaya başladı.  Mesut ve Birgül, lisanslı ve tecrübeli  dağcılar olduklarından bunun yükseklik hastalığı (Aklimatizasyon) olduğunu söylüyorlar. İkisi de canla başla bizimle ilgileniyorlar. Biraz ısındıktan sonra, az da olsa uyumuşum. Uyandığımda iki arkadaşımın haşlanmış yumurta, patates, birkaç sebze ve konservelerle yemek hazırladıklarını, Cem’in de uyuduğunu görüyorum. Burada iki erkek çalışan var, ama  yemek hazırlayabildikleri söylenemez. O nedenle iş başa düşmüş Mesut ve Birgül kolları sıvamışlar. Yemek hazır, ancak gayret göstersem de yiyemiyorum. Cem de hiçbir şey yemiyor. Daha fazla dayanamıyoruz. Odalarımıza gidiyoruz . Zor hem de oldukça zor bir gece oluyor.

30    Temmuz 2005 Tengboche- Namche Bazar/ Nepal

         Sabah 04:30’da uyanıp, Himalaya Dağları’nın zirvesi olan  8848 metre yüksekliğindeki Everest’i sis bastırmadan görmeye ve görüntülemeye çalışıyoruz. Şanslıyız. Tüm haşmeti ve netliğiyle Everest karşımızda . Çok büyüleyici ve ulaşılmaz görünüyor. Uzun süre izliyorum, görüntülüyorum. İnsanda saygı ve tedirginlik uyandırıyor. Hiçbir şekilde hafife alınmayacak kadar heybetli… Sis bastırıp görünmez oluncaya kadar, iki saat boyunca bu kara dağı adeta beynime kazıyorum.

         Everest’i  görmenin heyecanıyla nasıl olduğumuzu unuttuk ama  durum hiç de parlak değil. Hepimizin sağlıkla ilgili çeşitli  problemleri var. Hiçbirimiz bu sorunları düşünmek, hâtta  konuşmak istemiyoruz. Ama bir şekilde karar vermemiz gerekiyor. Kahvaltı masasında, konuşmadan birbirimize bakıyoruz. Grup lideri olarak Mesut durumu özetliyor ve önerisini sunuyor;  yürüyüşü burada noktalayıp, dönmek. Hani bir şeyi çok istersiniz de tam uzanıp alacakken elinizden kayar gider ya… Onun gibi bir kaybetme duygusu yaşıyorum. Amacımız 5364 m. yüksekliğindeki Everest Ana Kamp’a gidip oradan da 6859 yüksekliğindeki Kumbu (Chumbu) Buzulu’na ulaşmaktı. Yapılacak bir şey yok. Durumu daha da vahim hâle getirmeden  kabullenmek gerek. Evet  dönüyoruz.

         Lukla’ya geldiğimizde ilk  karşılaştığımız görüntü sedyedeki gençti. Yürüyüş boyunca, burada  karşılaşılacak en önemli  sorunun sağlık sorunu olduğunu anlamıştık. Çok zorlu, dar,  dik bir arazi ve sağlık hizmetinde yeterli imkâna sahip olmayan bir ülke. İster istemez gerçekçi olmak zorundayız. 

         Tengboche Manastırı’nın ve yakınlarındaki  yak’ların (Tibet Öküzü) resimlerini çekip, eşsiz manzaranın tadını çıkararak dönüş kararını sindirmeye çalışıyoruz. Burada olmak her haliyle çok güzeldi! Yola çıkıyoruz. Grubun en arkasında devam ediyorum.  Şelalelere, ormana, manastıra, dağların zirvelerini görünmez yapan pamuk gibi bulutlara bir kez, bir kez daha bakıyorum.

         Daha önce zifiri karanlıkta geçtiğimiz yoldan kolaylıkla iniyoruz. Kendimizi fazla yormadan, birbirimizin sağlık durumuna dikkat ederek ve bol fotoğraf  çekerek  devam ediyoruz. Sabah 10:00’da ayrıldığımız Tengboche’den, altı saat sonra Namche Bazar’a ulaşıyoruz. Fügen bizi görünce şaşırıyor. Olanları anlatıyoruz. O da biz yokken buradaki manastırdaki ayine katıldığını, pazara gittiğini, aile bireyleriyle sohbet ettiğini anlatıyor. Mesut, dönüş biletlerimizi ayarlamak için internet cafeye gidiyor. Biz de biraz dinleniyoruz.

         Akşam mutfakta,  ailenin en büyüğü olan  büyükanne  ile ailenin en küçüğü olan  dört aylık bebek de dahil olmak üzere onbeş kişi  kuzine sobasının etrafındayız. Evin kızı ve damadı buharda pişirilen bir tür mayalı hamur olan momo yapıyorlar. Yak sütünden yapılmış peynir ve şerpa çorbası da var. Sabahtan akşama kadar erkeklerin  hemen her yerde kadınlarla birlikte çalışması, un eleyip hamur açmaları, hattâ büyük bir maharetle çamaşır yıkamaları beni etkiyor. Sanırım bu alanı, Karadeniz’den biraz(!) ayıran kültür farkı bu. Yarım saat kadar televizyon izleyip erkenden uyuyoruz.

31    Temmuz 2005 Namche Bazar-Lukla /Nepal

          Beşte uyanıp odamın penceresinden muhteşem hattâ büyülü Everest’in manzarasını izliyorum.  Muhteşem Everest adeta  nefesimi kesiyor; zirvedeki kalıcı karlar,  zirveye yakın yerlerde küçük daireler şeklindeki oluşumlar, büyük buz kütlelerinin açtığı oluk şeklindeki buzul vadisi… Anlatılmaz yaşanır denen görüntülerden… Dağın  yamacındaki  Budist Manastırı’nda çanlar çalınıyor, sabah ayini yapılıyor. Mistik bir ilahi sesi… İnanılmaz temiz bir hava ve yeşilin renk cümbüşü. Dayanamayıp odamdan çıkıyorum. Evinde kaldığımız aile üyeleri güne ritüellerini yaparak başlamışlar bile…Namche Bazar’ı  geziyorum, fotoğraf çekiyorum. Muhteşem bir dinginlik. Her yer ve herkes çok huzurlu görünüyor. Hayatın keşmekeşinden  çok  sıkılıp daraldığınızda başınızı alıp geleceğiniz, kaçacağınız, sakinlik, sadelik ve huzur bulacağınız  bir yer…

         Kahvaltımızı yapıp, Şerpa Chhundi Phura ve ailesi ile vedalaşıyoruz. Bize Budistlerin özellikle ayinden sonra boyunlarına taktıkları açık sarı renkteki  şallardan  hediye ediyorlar.  Duygulanıyoruz… Şallarımızı takıp tüm aile üyeleriyle fotoğraf çektiriyoruz.

         Namche Bazar’ın, dağın yamacındaki  manastırına gidip, ayine katılıyoruz.  Bize çok şanslı olduğumuz söyleniyor. Budistlerin Dalay Lama’dan sonraki en büyük dini liderlerinden birinin  burada olduğunu ve ayini yönettiğini öğreniyoruz. Çok etkileyici mistik bir atmosfer. Çekim yapılmasına izin verilmiyor. Buraya gelinceye kadar pek çok dine ait kutsal mekanlara gidip, defalarca çok farklı ritüelleri olan ibadet törenlerine katıldım, ama sanırım en unutulmazlarından biri bu Budist ayiniydi. Ayinden sonra ikram edilen elma çaylarını içiyoruz…

         Namche Bazar’dan ayrılıp uzun, keyifli bol kahkahalı bir yürüyüşle ilerliyoruz. Yak kervanlarını, buz gibi suların aktığı şelâleri,  o soğuk suyun altına girip çocuklar gibi  şen   keyfini çıkaran benden daha çılgın arkadaşlarımı, bilmediğimiz bir tür baharat yiyip ciddi anlamda boğulma tehlikesi geçiren arkadaşımı, bu olaydan dolayı kanımın donup uzun süre kendime gelemeyişimi, gecenin karanlığında çelik halatlara tutunup heyelandan dolayı kapanan yoldan geçişimizi, küçük bir dikkatsizlikle gecenin karanlığında ayak bileğimi burkma riski yaşamamı, bize yol boyunca eşlik eden iki güzel çoban köpeğini, çam ormanı içinde  her bir milimetresi yıldızlarla donatılmış muhteşem gökyüzünü, en önemlisi de sıcak ve samimi dostluğumuzu ruhumun derinliklerine katıp yürüyorum. Saat 21:00’de Lukla’ya giriyoruz.

         1Ağustos Lukla- Katmandu/ Nepal

         Başlangıç noktamız olan Şerpa Kami’nin evinden ayrılıp havaalanına gidiyoruz. Macera bitmiyor… Yine küçük gecikmeler(!) yaşıyoruz. Ama bu kez hiçbir şey canımızı sıkmıyor. Buralara, ani sürprizlere ve tüm bunları anı olsun diye yaşamaya (!) tam alışmıştık ki ayrılıyoruz….

 

Nurcan Demiralp

2005©

 

    Site Meter